Film Eleştirisi: Alice Doesn’t Live Here Anymore

Alice’in arayış öyküsü

ali çalışkan
Türkçe Yayın

--

Martin Scorsese’nin ilk dönem filmlerinden “Alice Doesn’t Live Here Anymore”, yönetmenin çoğunlukla erkek karakterlerin baskın olduğu işlerinden farklı olarak odağına bir kadın karakteri alıyor. Filmin ana karakteri Alice’e hayat veren Ellen Burstyn’nin ‘numarasız’ oyunu başta olmak üzere genelde güçlü oyuncu performanslarından ve diyaloglardan beslenen film, karakterleri, senaryosu ve oyuncu yönetimi ile yönetmenin en iyilerinden biri olmakta zorlanmıyor.

Film, kocası öldükten sonra iş bulmak ve yeni bir hayat kurmak için çocuğuyla yollara düşen Alice’in ‘arayış’ hikayesini anlatıyor. Genelde erkekler konusunda şansı pek yaver gitmemiş Alice’in ‘ev kadını’ rolüne bürünmeden önce bir ses sanatçısı olduğunu öğreniyoruz filmin başlarında. Kocası ölünce piyanonun başına geçme fikri cazip görünüyor karaktere. Filmin ilk yarısı anne-oğul ilişkisinin ön plana alındığı ve otelleri, barları ziyaret ettiğimiz bir yol filmi olarak ilerlese de film, Alice’in şarkıcılıktan umudu kesip garsonlukta tutunmaya çalışmasının ve o arada ‘aşk’ı tekrardan bulmasının hikayesine dönüşüyor.

Böylece film en çok yeni bir yaşam kurmanın zorluğu temasının üzerine gidiyor. ‘Orta yaşlı dul bir ev kadınının tek başına kalışı’nı klişe bir dram sosuna bulamak yerine öyküyü daha sahici ve mizahın eksik olmadığı bir tonda yakalıyor Scorsese. Ellen Burstyn ve Kris Kristofferson’un romantik ilişkisi ise öyküyü destekleyen bir unsur biri haline getirilmiş.

Scorsese’nin oyunculardan doğal ve gerçekçi performanslar aldığını filmin her karesinde görebiliyoruz. Filmin yıldızı Ellen Burstyn’e Oscar Ödülü getiren performansı, gerçekten de dönemin en akılda kalıcı oyunculuk kompozisyonlarından. Burstyn, ruhsuz ve sorunlu evliliğinin kalıntılarından arınmaya ve kendine ulaşmaya çalışırken bir yandan da film boyunca ‘erkeklerden yana şanssız kadın’ rolüne devam eden Alice’i izleyenin kolaylıkla sahipleneceği etkili bir performansla perdeye aktarıyor. Zaten aktrisin seyirciyi karaktere inandırma konusundaki yeteneği karşısında şaşırmak manasız olur. Scorsese’nin ‘sert’ erkek karakterlerinin yanında Alice hem naif hem de güçlü bir figür olarak duruyor aslında.

Yan karakterlerden, Harvey Keitel’in canlandırdığı ve filmin ilk bölümünde karşımıza çıkan Ben’e ayrı bir yer açmak gerek. Alice’in yıllardır yaşadığı yuvasından ayrıldıktan sonra sonu yine mutsuz ve gürültü ile biten ilk ilişkisini yaşadığı tutarsız Ben karakteri, Keitel’in oyunuyla sinir bozucu olmayı başarıyor. Alice’in geveze oğlu Tommy, küfürbaz garson Flo, mekanın ‘patron’u, kısacası tüm bu yan karakterler, oyuncuların dinamik performanslarıyla en az Alice kadar seyircinin aklına yerleşiveren kişilikler olarak iz bırakıyorlar.

Filmdeki karakterlerin bu kadar samimi gelmesinde Scorsese’nin gündelik resme bakarken dramdan çok mizaha sığınmasının etkisi var tabii. Başta anne oğul arasındaki diyaloglar olmak üzere film, duygusal tarafı çok törpülemeyen bir mizah duygusu barındıran anlar getiriyor karşımıza. Kalabalık iş yerinde müşterilere tabak yetiştirmeye çalışan garsonların ruh hallerini yansıtan sahnelerin de, komik olmasının dışında ağızda ekşi bir tat bıraktığını belirtmek lazım.

Ama nasıl Scorsese Alice’in öyküsüne feminist bir bakış açısından bakmıyorsa, bu ‘tutunamayanlar’ topluluğunun hikayesinin sivri dilli bir eleştiriye dönüştüğünü söylemek de pek doğru olmaz. Bu Alice’in küçük hayatının öyküsü daha çok. “Alice Doesn’t Live Here Anymore”, Scorsese filmografisinde farklı bir yerde duruyor sonuç olarak. Sinemanın en iyi kadın karakter öykülerinden birini izlemek isteyenlerin kaçırmamasında yarar var.

https://aliandtheclouds.blogspot.com/2019/12/film-elestirisi-alice-doesnt-live-here.html

--

--